Visual Portfolio, Posts & Image Gallery for WordPress

Standart

STANDART Toplumlar çeşitli sistemler dahilinde yönetilir, yönlendirilir ve biçimlendirilir. Dünyanın birçok noktasında demokratik, otokratik, totaliter ya da otoriter çeşitli yönetim tiplemeleri vardır. Bireysel ya da toplumsal olarak bir yönetim biçimi kişiyi ne kadar direkt merkezine alır? Dolaylı olarak konu kitleler olsa dahi yönetimler halkı ne denli odağında tutar ya da tutmalıdır? Michael Foucault’un 18.-19. Yüzyıllarda o döneme dair bir yaşam biçimi üzerine temellendirdiği Disiplin Toplumu kavramı bugün dünya üzerinde hala geçerliliğini sürdüren bireylere ve topluma salt olarak indirgenmiş bir terimdir. Foucault hükümet, ekonomi, sosyal yaşam ve politikaya dair iktidar merkezli bir yönetim biçimini tasvirlemiştir. Disiplin Toplumu’nda üretim ve yaşam biçimleri içinde halk potansiyel bir karşı duruş olarak kontrol altına alınmalı ve yönetimi/iktidarı zorlamaya itecek bir gücü içinde barındırmamalıdır. Bu ve benzer gerekçeler ile halkın kontrol edildiği standardize bir varyasyona sokulduğu zorunlu bir yönetim ve disiplin yapısı görünürlük kazanır. Foucault toplumların kontrol altına alınma biçimlerini çeşitli yöntemler ile ele alır. Bu kontrol altına alma biçimleri içinde aslında birbirine paralel iki yapı gözle görülür. Bunlardan birisi disiplin merkezleri diğerleri ise disiplin toplumlarıdır ve bunlardan birisi olmadan diğerinin tamamlanması çok da mümkün değildir. Baskıcı bir yönetim biçimi kitleleri kendilerine ya da direkt yönetim biçimlerine dair olabilecek tepkisel bir yaklaşımı riske etmemek adına kontrol altına almayı hedefler. Bireysel olarak atılabilecek her küçük adımın bir çığ gibi büyüyerek iktidarın potansiyel bir tepkisellik olarak nitelendirdiği sosyal kısım yani toplumun bir araya gelip sesini daha yüksek bir tonajda çıkarmasıdır. Sözü edilen ses çıkarma, yönetime karşı olan tepkisel duruş, kasıtlı ve bilinçli olarak daha oluşmadan, ortaya çıkmadan kitlesel ve sivil bir halk eylemine dönmeden kontrol altına alınmaya çalışılır. Foucault ise hükümetin kontrolcü bir yönetim biçimi karşısında oluşabilecek tepkiselliği dizginleyebilmesi ve hatta hiç olmaması adına ehlileştirilmiş modern bir toplum yaratma güdüsünden söz eder. Bugün, dünyanın birçok noktasında hangi ülke, devlet ya da genel anlamda yönetim biçimi ele alınırsa alınsın baskıcı ve kontrolcü bir yapı göz önüne gelebilir. Demokrasi, otokrasi, oligarşi, otoriter ya da totaliter yönetimler bariz ya da kanıksanmış bir biçimde bireyleri çeşitli sınırlandırmalar altına alırlar. Yönetimlerin ekonomik ve sosyal yaşam çerçeveleri dahilinde kitlesel eğitim, ilerleme ve çağdaşlaşma eğilimi söylemleri ile halklar disiplin merkezlerine yönlendirilir. Yönlendirilen bu merkezler ise sosyal hayat içinde önemli olan eğitim kurumları, hastaneler, hapishaneler gibi yapılardır. Standart sergisi ise Foucault'un Disiplin Toplumu kavramı çerçevesinde dünya üzerindeki toplumsal algı ve yönetim biçimleri, hükümetler üzerinden şekilleniyor. Sosyal ve toplumsal komuta mekanizması tarafından tek tip yönetimi ve yönlendirmesi basitleştirilmiş bir toplumsal yapı gibi standardize edilmiş genel bir sınıf algısı yaratması üzerine çerçevelenerek disiplinler arası çalışan 11 sanatçıyı bir araya getiriyor. Disiplinci bir iktidar aslında düşünce ve pratik sınırlarını ve parametrelerini belirleyerek normal veya sapkın davranışları belirleyip, yaptırıma tabi kılıp, toplumu yönetme ve kontrol altına alma gibi mekanizmaların işlerliğini aktif tutan bir yapı olarak beliriyor. Sergiyi de bu çerçeveye bağlı kalarak genel olarak Türkiye çerçevesinde ancak dünyadaki genel bir konu olarak ele alan sanatçılar, yeterli mantık sunan disiplin merkezleri ve disiplin toplumları arasındaki ilişkiyi tartışıyor. Umudun ve umutsuzluğun, kasıtlı ve kasıtsız bağımlılığın ince sınırlarında gezen sergi, sosyo-politik bir durumun altını çizerek, sanat ve sosyal eylem arasındaki muhalif duruşunu da görsel ve sözel, disiplinlerarası bir yaklaşım ile izleyiciye aktarıyor. Sergide yer alan sanatçılar Zafer Akşit, Merve Dündar, Leyla Emadi, Işıl Eğrikavuk & Jozef Erçevik Amado, Özlem Günyol & Mustafa Kunt, İhsan Oturmak, Yasemin Özcan, Ferhat Özgür, Erinç Seymen, Nasan Tur ve Yuşa Yalçıntaş standardize edilmeye çalışılmış bir toplumun, otoritenin sentezini çeşitli açılardan aktarıyorlar. Otoriyeteye dair olan itaat kavramı, kişilerin standardizasyona alışmış olmanın getirdiği oto kontrolleri ile gerçekleştirdiği tek tip eylemler, ehlileştirilmiş bir sosyal yapıyı ortaya çıkarır. Bu noktada farklı olan düşünce ve eylemler görünür değildir. Standart, bireysel ve toplumsal yapının kontrollü bir biçimde mantık çerçevesi dahilinde olağan hale getirilmesi, basitleştirilmesi, kontrol altına alınması, bilinçsiz ama kasıtlı bir itaatin göstergelerini fotoğraf, yağlı boya, video, yerleştirme, neon gibi farklı medyumlarda eser üretimleri ile ele alıyor. Bireysel ve toplumsal sayılan aidiyet, kimlik, cinsiyet, varoluş, siyaset, inanç ve kamusal haklar vb. birçok konunun iktidar nezdinde ele alınış biçimi oldukça örtük ve bastırılmıştır. Sanat ise sınırları olmayan daha geniş bir pencereden çeşitli konulara yaklaşarak yönetimlerin baskı altına almaya çalıştığı konulara daha bağımsız bir göz ile bakar. Toplumun geneli iç içe, eklektik ve heterojen bir kültüre ve yapıya sahiptir. İktidar ise bu heterojen yapıyı kontrol altına alacak bir yaklaşım ile homojen bir oluşum kurgular. İktidar tepkiseldir, verilen tepkilerin sıradanlaşması ve kontrollü olması için yaşamı kısacası insanı kontrol altına almayı hedefler. Sanat ise yaşam içinde somut ve soyut tüm bağları, kontrolleri kırabilecek güce sahip sınırsız bir eleştiri ve bağımsızlığı elinde tutar. Standart ise kişiselden toplumsala yayılan disipline edilmeye dair bir karşı duruş, bağımsız bir yaşam ve düşünce alanının ironik bir yansımasıdır.   Sanatçılar: Zafer Akşit Merve Dündar Leyla Emadi Işıl Eğrikavuk & Jozef Erçevik Amado Özlem Günyol & Mustafa Kunt İhsan Oturmak Yasemin Özcan Ferhat Özgür Erinç Seymen Nasan Tur Yuşa Yalçıntaş   Küratör: Melike Bayık   Sergi Tarihleri: 07.04 – 31.05.2019 Mekan: adas.ist Fotoğrafçı: Kayhan Kaygusuz   http://adas.ist/standart/ https://www.instagram.com/adas.ist/         STANDARD   Societies are governed, directed, and shaped within various systems. Throughout the world, there exist various types of governance such as democratic, autocratic, totalitarian, or authoritarian. How much does a form of governance prioritize the individual or the community? To what extent do governments keep the public at the center, even indirectly? Michael Foucault's concept of the Discipline Society, grounded in the lifestyle of the 18th and 19th centuries, is still a relevant term today, albeit reduced solely to individuals and society. Foucault described a power-centered form of governance concerning government, economy, social life, and politics. In the Discipline Society, within the production and lifestyle, the masses should be controlled as a potential resistance and should not harbor a force that would challenge governance/power. Hence, a mandatory governance and disciplinary structure emerge, where the populace is standardized under control for reasons similar to those mentioned. Foucault examines various methods through which societies are controlled. Within these methods of control, two parallel structures are visibly discernible: one being disciplinary centers and the other being disciplinary societies, and it's often impossible for one to exist without the other. A repressive form of governance aims to control the masses to avoid any potential reactive response to themselves or the direct forms of governance. Each small step taken individually could escalate like an avalanche, which the power sees as a potential reactivity from the social segment, prompting them to control it before it turns into a mass civil action.   Foucault speaks of the government's desire to tame a potentially reactionary response against a controlling form of governance, even to the extent of eradicating it altogether, thus creating a modernized society. Today, regardless of the country, state, or form of governance discussed, a repressive and controlling structure can be observed. Democracies, autocracies, oligarchies, authoritarian, or totalitarian governments all impose various restrictions on individuals, either overtly or implicitly. Through the discourse of mass education, progress, and modernization within the economic and social framework, governments direct the populace towards disciplinary centers. These directed centers include significant structures within social life such as educational institutions, hospitals, and prisons. The "Standard" exhibition frames the societal perceptions and forms of governance shaping the world through the lens of Foucault's Discipline Society concept. Bringing together 11 interdisciplinary artists, it aims to create a standardized general perception of society as a simplified structure governed and directed by the social and societal command mechanism. A disciplinary power, defining the boundaries and parameters of thought and practice, identifying and sanctioning normal or deviant behaviors, and maintaining the functionality of mechanisms for governing and controlling society, emerges. The artists, while focusing primarily on Turkey, approach the theme as a global issue, discussing the relationship between disciplinary centers and disciplinary societies, providing sufficient logic. The exhibition, navigating the fine lines between hope and despair, intentional and unintentional dependency, emphasizes a socio-political situation and communicates its oppositional stance between art and social action through visual and verbal, interdisciplinary approach to the audience. The artists featured in the exhibition, Zafer Akşit, Merve Dündar, Leyla Emadi, Işıl Eğrikavuk & Jozef Erçevik Amado, Özlem Günyol & Mustafa Kunt, İhsan Oturmak, Yasemin Özcan, Ferhat Özgür, Erinç Seymen, Nasan Tur, and Yuşa Yalçıntaş, present various aspects of the synthesis of authority's attempt to standardize society from personal to societal angles. The concept of obedience to authority, enacted through auto-controls derived from standardization, manifests as uniform actions within a civilized social structure. At this point, thoughts and actions that differ are not visible. "Standard" reflects a resistance to discipline, extending from the personal to the societal, an ironic reflection of an independent life and thought space. Artists: Zafer Akşit Merve Dündar Leyla Emadi Işıl Eğrikavuk & Jozef Erçevik Amado Özlem Günyol & Mustafa Kunt İhsan Oturmak Yasemin Özcan Ferhat Özgür Erinç Seymen Nasan Tur Yuşa Yalçıntaş Curator: Melike Bayık Exhibition Dates: April 7 – May 31, 2019 Venue: adas.ist, İstanbul, Turkey Photographer: Kayhan Kaygusuz   http://adas.ist/standart/ https://www.instagram.com/adas.ist/   * The English translation of the text has been done using ChatGPT.  

Mülksüzler

MÜLKSÜZLER

  “Mülksüz, kimliksiz ve adiyetsiz”
  1. yüzyılda günlük yaşam dünyanın birçok yerinde farklı gündelik eylemler içinde geçmektedir. Bunun nedeninin en basit yanıtı ise kültürel çoğulculuk ve coğrafyadır. Bizi biz yapan eylemler, gündelik yaşamımızdaki rutinlerimiz yaşam ve iş hayatımız içinde şekillenen durumlardan oluşur. Bu her coğrafya ve her bölgede kişiden kişiye değişen, kişiyi şekillendiren, bir toplumun belleğini oluşturan eylemlerden oluşur. Bu eylemler kişiye göre ayrıcalıklı olan meseleler ya da olağan olan gündelik konulara göre farklılaşır. 
Cansu Yıldıran’ın “Mülksüzler” ismini verdiği video yerleştirmesi, Karadeniz coğrafyasının ve kültürel çoğulculuğunun birçok video ve fotoğraf kadrajından oluşturulmuştur. Videoda kesitler halinde sunulan anlarda, coğrafya ve yaşam biçimi içinde fındık toplama, cenaze töreni, yaylaya çıkma, sisli yollarda yolculuk gibi birbirinden bağımsız gibi görünen ancak bir coğrafyanın kültürel yapısı içindeki gündelik ve güncel meseleleri rastlantısal bir yaklaşımla sunan birçok görüntü izlenir. Kültürel ve toplumsal normlar içinde birçok konunun dökümantari bir anlatım ile kayda alındığı yerleştirmede çok boyutlu bir içerik izlenir. “Mülksüzler” sanatçının kendisinin de Karadenizli olması üzerine coğrafyayı özellikle irdelediği bir yansımadır en başta. Karadeniz’in yeşil, sisli ve olağan yaşamı içinde patriarkal sistemin yoğun yaşandığını gözlemlemesi ile video ortaya çıkar. Ataerkil bir sistem üzerinden kurulan Karadeniz yaşamı kadınların erkekler karşısında mülk sahibi olamayıp, erk’e bağımlı bırakıldığı bir normun göstergesi niteliğindedir. Yıldıran’ın bu gerçeği öğrenmesi ile birlikte geçmiş ve gelecek arasında bir köprü kurup, aidiyetsiz bırakan sistemi sorguladığı “Mülksüzler” video yerleştirmesi ile kendisinin çektiği videolar ve geçmişte annesinin çektiği videoların üst üste getirilerek oluşturulduğu yeni bir varoluş sunar.  Karadenizin yerleşmiş kuralcı aile yapısı içinde kadınların mülk sahibi olamayıp erkeğe bağlı yaşadığı, ev ve toprak ile, köklerle kurulan bağın zorunlu ve yıkıcı tarafını ele aldığı video yerleştirme ataerkil sistemin kimliksizleştiren omurgasız haline bir sorgu niteliği taşır. Yerel bir coğrafya içinde kadının ait olduğu toprağı, evini zaman içinde bertaraf eden, kadını yalnız ve kimsesiz ve çoğu zaman belki de çaresiz bırakan, aidiyeti kıran ve yaşamı sahiplik ile özleştiren bu kurgu gerçek bir durumun çarpıcı yansımalarından oluşur.  Cansu Yıldıran’ın kendisinin yaşamadığı bir coğrafyada, dışarıdan, aileden öğrenerek çektiği bu video yerel kültürün acımasız ve gaddar, ataerkil statükoculuğunun da kadını hiçe sayan bir göstergesi niteliğindedir. Gündelik olağan konuların, görüntülerin üst üste getirilmesi ile oluşturulmuş videoda kadının gücü, patriarka karşı kökleri içindeki aidiyeti,  var olma çabası, çalışkanlığı, aklı, espri yeteneği ile büyüleyicidir. Kadının bu kadar güçlü olan konumu karşısında çaresiz bırakılışı, mülksüzleştirilip köklerinden koparılması ürkütücü bir geleneksel yapıyı da gözler önüne serer. Yıldıran’ın kendi görüntüleri ile annesinin sanatçı çocukken çektiği çeşitli görüntüler rastlantısal bir benzeşim ile üst üste gelir. Çift kanallı videolardan bir ekranda izlenen bu tesadüfi görüntüler sanatçının izlediği, şahit olduğu ve sorguladığı yaşama annesinin gözlerinden de bambaşka zamanlardan çekilmiş bir bakış sunar. Kadının kimlik olarak çaresiz bırakılması, aile bağları arasındaki eşitsiz uçurumlar, farklı gözler üzerinden ancak benzer iki zihinle okunur. Olağan buluşmaların izleri, çocukların sesleri ve hareketleri, akrabalar arasındaki diyaloglar, kadının kendisini erkek üzerinden var etmesini niteleyen sarkastik toplum videolarda bütüncül silsile içindedir. Nitekim bu video yerleştirme bir anne ve kızın dünyayı görme biçimidir de nihayetinde.  Özel alanlara sosyo-kültürel örfler çerçevesinde hapsedilerek özerkleştirilen kadınların yaşamı ataerkil toplumlar için olağandır. Kamusal ve özel alanlarda kadınlara tanımlanan konum ve işlerlik içinde yer alabilecekleri gibi bir kurguyu barındıran kendiliğinden gelişen bu sosyo-kültürel adetler çeşitli feminist sosyologlar tarafından kadının ötekileştirilerek, var olan sosyal kamusal alanda yer almadığını da belirtir. Habermas’ın kamusal alan tanımı ataerkil bireyler için geçerlidir ve kadın bunun dışındadır. Dahası Joan B. Landes Women and the Public Sphere in the Age of the French Revolution kitabında kamusal alan tanımının kamusallık ve özel alan karşısında kadını sessiz kıldığını ve eve hapsettiğini söylemiştir. Burada betimlenecek olan yegane durum ise ataerkil sistemin kadını alenen dışlayarak ötekileştirmesi ve aidiyetsiz bırakmasıdır. Landes’in sözünü ettiği bu ötekileştirme ve Yıldıran’ın söz ettiği bu aidiyetsizleştirme ve sahip olma durumu kadını özel alanlara hapsederek özellikle Karadeniz coğrafyasından başlayarak kadının görevinin bağ bahçe toprakta çalışmak, evde çocuk bakmak, yemek yapmak, temizlik yapmak gibi kadına özgü tanımlanan özel alanlar içindeki sınırlı görevlerinden söz eder. Feminist düşünürlere göre özel ve kamusal alan arasındaki ayrım patriarkal kültür temeline sahip erkek yapısının kadının üstünde hegemonik bir güç kurmasını teşkil eder. Cansu Yıldıran’ın kendisinin ve annesinin çektiği videolarda muğlak bir hegemonya dürtüsü izlenir. Ötekileştirilen ve aidiyetsiz bırakılan kadının ömür boyunca bir kişinin üstünkörü boyunduruğu altında yaşaması toplumsal bir geleneğin düsturu şeklinde sunulur. Sanatçının çocukken çektiği bir videoda annesi ve aile büyükleri olan kadınlara sorduğu” kocanı seviyor musun?” sorusu çarpıcıdır. Bir çocuk eğlencesi olarak çektiği bu videoda aile büyüklerinin verdiği yanıtlar daha da ilginçtir, büyük bir kabulleniş ve çaresizliğin de izdüşümüdür. Yüzünde gülümseme ile verilen yanıtlarda ağızdan dökülen kelimeler çarpık, ironik bir kontrast oluşturur ki Yıldıran’ın da henüz bir çocukken bu soruyu sorması tuhaf bir hiciv taşır. Mülksüz, köksüz ve kimliksiz bırakılan kadınlar için Cansu Yıldıran’”ın “Mülksüzler”i, video yerleştirmede kültürel çoğrafyanın klişelerini yıkmak, belgeler ile gerçek ve kurgu arasındaki hayatın çarpıtılmış halini, örtük histerisini gösterme keskin bir şekilde gösterme çabasıdır.   Sanatçı: Cansu Yıldıran   Küratör: Melike Bayık Sanat Konuşmaları: Cansu Yıldıran & Melike Bayık 20.10.2021   Sergi Tarihleri: 20 - 30.10.2021 Mekan: Bilsart   https://bilsart.com/sergiler/elcin-acun/ https://www.instagram.com/bilsartistanbul/?hl=tr  

THE DISPOSSESSED

"Landless, identity-less, and ordinary"   In the daily life of the 21st century, various everyday actions take place in many parts of the world. The simplest answer to this is cultural pluralism and geography. The actions that make us who we are consist of our routines in daily life, shaped by situations in both personal and professional life. These actions, which vary from person to person in every geography and region, constitute the actions that shape individuals, forming the memory of a society. These actions vary according to individual preferences, either being privileged matters or ordinary daily issues.   The video installation titled "Landless" by Cansu Yıldıran is created from many video and photo frames of the Black Sea region's geography and cultural pluralism. In the moments presented in snippets in the video, various images are seen, seeming independent but actually representing the everyday and current issues within a geography's cultural structure, such as hazelnut picking, funeral ceremonies, going to the highlands, and traveling on foggy roads, through a random approach. In the installation, where many topics are documented with a documentary narrative within cultural and social norms, a multidimensional content is observed.   First and foremost, "Landless" is a reflection on geography, especially since the artist herself is from the Black Sea region. With the observation of the intense patriarchal system in the green, foggy, and ordinary life of the Black Sea, the video emerges. The life established through a patriarchal system in the Black Sea revolves around the norm where women cannot own property against men, but are dependent on authority. With Yıldıran's realization of this reality, "Landless" questions the system that bridges the past and the future, presenting a new existence created by overlapping videos she herself shot and videos her mother shot in the past.   The video installation addresses the spineless aspect of the patriarchal system, which de-identifies through the Black Sea's established rule-based family structure. This narrative captures the mandatory and destructive aspect of the bond established with land, home, and roots within the patriarchal structure where women cannot own property and are often left alone, helpless, and perhaps even desperate, breaking the sense of belonging and intertwining life with ownership.   Filmed by the artist herself in a geography she did not live in, learning from outside and from family, this video is a representation of the ruthless and cruel nature of local culture, also disregarding women through patriarchal conservatism. In the video constructed by stacking ordinary subjects and images, the power of women, their sense of belonging within their roots against patriarchy, their struggle for existence, diligence, intellect, and wit are mesmerizing. The juxtaposition of the woman's powerful position against the helplessness and deprivation, the uprooting from her roots, reveals a frightening traditional structure. The random similarity between the videos taken by Yıldıran herself and various videos taken by her mother during the artist's childhood also emerges. These coincidental images viewed on one screen from dual-channel videos offer a different perspective on life as witnessed, observed, and questioned by the artist's mother from completely different times. The helplessness of the woman being left without identity, the unequal gaps between family ties, can only be read through two similar minds. Traces of ordinary gatherings, children's voices and movements, dialogues among relatives, and sarcastic society characterizing the woman by herself through the male are all part of a comprehensive series in the videos. Ultimately, this video installation is a way for a mother and daughter to perceive the world.   The life of women, confined to private spaces through socio-cultural customs, is normal for patriarchal societies. These socio-cultural customs that evolve spontaneously, which contain a narrative where women can take on positions and functions defined in both public and private spaces, also indicate by various feminist sociologists that women are marginalized and do not exist in the existing social public sphere. Habermas' definition of the public sphere is valid for patriarchal individuals, and women are excluded from it. Furthermore, Joan B. Landes, in her book "Women and the Public Sphere in the Age of the French Revolution," stated that the definition of the public sphere renders women silent against the public and confines them to the home. The only thing to be described here is the patriarchal system's open exclusion and alienation of women, leaving them without belonging. This alienation mentioned by Landes and the sense of belonginglessness and ownership described by Yıldıran, confining women to private spaces, starting especially from the Black Sea region, talks about the woman's duty to work in gardens, fields, work in the house, care for children, cook, and clean, tasks defined as specific to women within limited roles in private spaces. According to feminist thinkers, the distinction between private and public spheres constitutes the hegemonic power of the male structure based on patriarchal culture over women. A vague hegemonic urge is observed in the videos taken by Cansu Yıldıran and her mother. The life of women who are marginalized and left without belonging under the superficial subjugation of one person throughout their lives is presented as the principle of a social tradition. The question asked by the artist to her mother and female family members in a video taken as a child, "do you love your husband?" is striking. The answers given by family elders in this video, shot as a children's entertainment, are even more interesting, reflecting a great acceptance and a projection of helplessness. The words spoken with a smile on their faces create a distorted, ironic contrast, making it strange for Yıldıran to ask this question even as a child. For women left landless, rootless, and identity-less, Cansu Yıldıran's "Landless" is an effort in the video installation to dismantle the clichés of cultural geography, to show the distorted state of life between documents and reality, and to show the implicit hysteria sharply.   * The English translation of the text has been done using ChatGPT. Artist: Cansu Yıldıran   Curator: Melike Bayık Art Talks: Cansu Yıldıran & Melike Bayık 20.10.2021   Exhibition Dates: 20 - 30.10.2021 Venue: Bilsart   https://bilsart.com/sergiler/cansu-yildiran/ https://www.instagram.com/bilsartistanbul/?hl=tr

Bir Hayalin Alegorisi

BİR HAYALİN ALEGORİSİ

Hayali Bir Provanın Gerçek Düşü Kamusal alan kişilerin ayrım olmadan, eşit şartlar ve adalet duygusu içinde özgür biçimde fikir, irade ve davranışları sergileyebileceği önemli toplumsal alanlardan birisidir. Bu alanın tanımı Antik Yunan’dan bugüne oldukça tartışmalı olan halklar ve devlet arasındaki iletişimin bariz görünürlük aldığı bir forum alanı olarak betimlenir. Batı’da Jürgen Habermas’ın kamusal alan teorisini yaptığı zamandan bugüne toplum ve devlet nezdinde kamusal alan yeniden gözden geçirilmeye başlanmış, kamusallık ve toplumun kamusal alan olarak belirtilen alanlardaki düşünsel ve fiziksel eylemleri ön plana çıkmıştır. Bu açıdan Habermas’ın kamusal alan teorisi birçok sosyolog, antropolog ve psikolog tarafından kabul görürken, birçokları tarafından da reddedilmiş ve karşıt görüş beyan edilmiştir. Önemli eleştirilerden birisi de Habermas’ın kamusal alanın çizgilerini ataerkil bir toplum özeline göre belirttiğidir. Bariz biçimde sunulmasa dahi çocukların ve kadınların sosyal yapı içinde kamusallık adı altındaki eylemleri direkt görünür değildir. Bu kritik üzerine odaklanıldığında Elçin Acun’un “Bir Hayalin Alegorisi” başlıklı video yerleştirmesi de kamusal alanlarda feminist bir yaklaşımda, kuir bireylerin ötekileştirilmesi ve yok sayılmasının bir yansıması olarak insan hakları üzerinden bir görünürlüğe atıfta bulunuyor. Elçin Acun, heterenormatif iktidar teknikleri içinde bir bedenin, kimliğin ve varoluşun görmezden gelinmesi, toplumdan silikleştirilerek dışlanması ve gözden çıkarılmasının çarpıcı bir karşı duruş tasvirini sokaklarda hayali olarak gerçekleştiriyor. Ana videoda birey çıplak bir beden ile performatif bir eylemsellik dahilinde gece 03.00’te şehrin çeperlerinde kendinden emin, dik ve keskin bir yürüyüş gerçekleştiriyor. Kayda alınan video, İstanbul’un çeşitli sokak ve caddelerinde bir kamyonun cephesine bağlanarak, şehrin tüm çehresine yansıyor ve bir düşün gerçekleşmesi yolundaki ilk adımları atıyor. Kamusal alanda direkt olarak bulunamayacağı ifade edilerek ötekileştirilen ve dışlanan bireyler, şehrin tüm örtük kamusallığına bir video yansıması ile dahil oluyor, şehri karış karış geziyor ve eşit şekilde sahip oldukları alanda yeniden var oluyorlar. Ana videoda izlenen bireyin şehirdeki haklı yürüyüşü sembolik bir zafer yürüyüşü, büyük bir onursallık ve gururun sembolü. Birey yürüyor, durmaksızın yürüyor ve kamyon hareket ediyor, araç hareket ettikçe, trafik ışıklarında durdukça, binaların yüzeyine yansıdıkça sokaktan toplumun nabzı kesik kesik alınan bir nefes gibi artan bir tempo içinde yükseliyor. Performatif eylemin gücü, yapıtın çarpıcılığı, sosyal hayatta kuir bireylerin gün geçtikçe sarsılan varlığı bu yapıtla etkili biçimde yeniden, etkileyici biçimde gün yüzüne çıkıyor. Ana videonun yanında, yerleştirmede izlenen diğer beş videoda ise bireyler yürüyüşlerine devam ediyor. Bu kez bu yürüyüş kentte değil, büyük bir boşluktan bir diğer boşluğa doğru. Boşluklar içindeki bu yürüyüş bir son ya da bir başlangıç değil, feminist bir duruşun, kuir bir eylemin düzenli savunuculuğu. Bu yürüyüş, kamusal alanda varlık bulamayacağı alenen ifade edilen kuir bireyler için, toplumun çok yönlü ve kültürlerarası kesiminden ziyade oligarşik bir düzen ile sınırlandırılan alanların bireyler tarafından özgürce kullanılmasının çok boyutlu bir yolunu çiziyor. Eylem kuir bireylerin sessiz ve güçlü savunmalarının, sokaklardaki yürüyüşlerinin heybetli bir refleksiyonuna dönüşüyor, yerleştirme üst üste gelen figürlerle birlikte çoğulcu yapısını toplumcu bir gözle yeniden gösteriyor. “Bir Hayalin Alegorisi” başlıklı bu video enstalasyon varlığı inkar edilen, dışlanan, ötekileştirilen bedenlerin kamusal alandaki görünürlüğüne dair olan tartışmaların ışığında güçleniyor. Habermas’ın ataerkil ile özdeşleşen kamusal alanı karşısında özel alanın tanımı ve kuir bireylerin dış dünyadan silinerek, özel alanlara hapsedilmesinin de bir ifadesi olarak izleniyor. Sokakta, kentte yürüyen, kente nüfuz eden bedenin, boşluğa yürüyen bedenler ile çoğulcu ve çok boyutlu alegorisi, bireylerin görünürlüğü üzerine, kamusal alandaki tahayyül içindeki yürüyüş geniş ölçekte büyük bir devrimin ve performatif açıdan çarpıcı bir illüzyonun başlangıcını oluşturuyorlar. Politik ve toplumsal olarak yalnızlaştırılmış, izole edilmiş ve sınırlandırılmış bedenlerin kamusal alandaki varlığı, sanal bir izlek olarak bile patriarkal zihniyetlerin yapısını yıkarak, kafa karıştırıcı, düşündürücü bir hale bürünüyor. Video, bir görünüp bir kaybolan, kentin yüzünde büyüyen ve küçülen bireyin görüntüsü ile normu aşan olağandışı bir kurgu barındırıyor. Elçin Acun’un “Bir Hayalin Alegorisi” sergisi cinsiyet söylemlerinin kısır bakış açısını, statik sabitliğini bozmayı, bedenin temsildeki ifadesini belirleyerek yanılsama ilişkileri açığa çıkarmayı ve ataerkilliğin merkezi ve tek bakış açılı rutin konumunu bölmeyi ve yeni görüşler açabilmeyi amaçlıyor. Elçin Acun, video yerleştirmesiyle, eril olan ile özdeşleşen kamusal alanın sınırlarını yeniden sorgulatıyor ve kendisinin de söylediği gibi kuir ve feminist bir olasılığın, dış dünyayı ele geçirdiği bir hayalin illüzyon dolu bir provasını yapıyor. Yazı: Melike Bayık Bu video enstalasyonda, çeşitli kent mekanlarında sessiz, pervasız ve olağan bir şekilde dolaşan, görünürlük ve görünmezlik arasında kalmış saydam beden imgeleri, maskulen ile özdeşleşen kamusal alanı bir illüzyon ile işgal etmeyi dener. Hakikatin içinde bir hayal olarak var olabilme ihtimalinin sınırlarını araştırır. Kamusal alanın gölgelerine itilen, okunaksız kılınan ya da yalnızca içerideki varlığı meşru sayılan edilgin, ötekileştirilmiş formlarını, dışarıda yeni, etkin bir pozisyona getirmeyi arzular. Kenarda kalanı merkeze çekmek yerine, merkezi dağıtarak cinsiyetin katılaşmış sabitliğini bozmayı, bedenlerin kabul edilebilirliğini belirleyen ataerkilliğin merkezi konumunu bölmeyi amaçlar. Kuir ve feminist bir olasılığın, dışarıyı ele geçirdiği bir hayalin provasını yapar. Sanatçı: Elçin Acun   Küratör: Melike Bayık Sanat Konuşmaları: Elçin Acun & Melike Bayık 20.10.2021   Sergi Tarihleri: 7 - 16.10.2021 Mekan: Bilsart https://bilsart.com/sergiler/cansu-yildiran/ https://www.instagram.com/bilsartistanbul/?hl=tr   The Realization of a Fictional Rehearsal Public space is one of the crucial social spheres where individuals can freely exhibit their thoughts, wills, and behaviors under equal conditions and a sense of justice, regardless of distinctions. Described as a forum area where communication between peoples and the state has been prominently visible since Ancient Greece, the definition of this space has been highly debated from antiquity to the present day. Since Jürgen Habermas introduced his theory of the public sphere in the West, society and the state have begun to re-examine the public sphere, highlighting the intellectual and physical actions of publicness and the society's actions in spaces identified as public. In this regard, while Habermas's theory of the public sphere is accepted by many sociologists, anthropologists, and psychologists, it has also been rejected and countered by many. One of the significant criticisms is that Habermas delineates the boundaries of the public sphere according to a patriarchal societal norm. Even though not explicitly presented, the actions of children and women under the guise of publicness within the social structure are not directly visible.   Focusing on this critique, Elçin Acun's video installation titled "An Allegory of a Dream" refers to a visibility through human rights in a feminist approach in public spaces, as a reflection of the marginalization and negation of queer individuals. Elçin Acun portrays a striking resistance to the neglect, marginalization, and exclusion of bodies, identities, and existence within heteronormative power techniques, depicting them as being erased from society, marginalized, and disregarded, thus performing a symbolic resistance on the streets. In the main video, an individual undertakes a confident, erect, and brisk walk at 03:00 in the city peripheries, incorporating a performative action with a naked body. The recorded video, attached to the front of a truck and projected onto various streets and avenues of Istanbul, initiates the first steps towards the realization of a dream. Individuals who are marginalized and excluded by being stated as not directly present in public space are included through a video reflection of the city's implicit publicness, traversing the city and reasserting their presence in the areas they equally own. The justified walk of the individual in the main video symbolizes a symbolic march of victory, a symbol of great honor and pride. As the individual walks and the truck moves, with each movement of the vehicle, each pause at traffic lights, each reflection on the surfaces of buildings, the pulse of the society is rising in an increasing tempo, akin to a breath taken in intermittently from the streets. The power of the performative action, the poignancy of the work, and the increasingly precarious existence of queer individuals in social life are effectively and impressively brought to light through this work.   In addition to the main video, in the other five videos watched in the installation, individuals continue their walks. This time, these walks are not in the city but towards one void to another. This walk within voids is not an end or a beginning but a regular advocacy of a feminist stance, a queer action. For queer individuals whose presence is openly declared as impossible in public spaces, the walk through areas restricted by an oligarchic order rather than from diverse and intercultural segments of society outlines a multidimensional path for individuals to freely utilize these spaces. The action transforms into a magnificent reflection of the silent and potent defenses of queer individuals, their strolls on the streets, and the installation, with its overlapping figures, reasserts its pluralistic structure from a communal perspective.   In the light of discussions about the visibility of bodies denied, excluded, and marginalized in public spaces, this video installation titled "An Allegory of a Dream" gains strength. It is watched as an expression of the definition of private space against Habermas's public sphere associated with patriarchy and as an expression of queer individuals being erased from the outside world and confined to private spaces. The plural and multi-dimensional allegory of bodies walking in the streets and toward the void, instead of being marginalized, becomes a reflection of a broad revolution and a striking illusion from a performative perspective. The presence of bodies that have been politically and socially alienated, isolated, and confined in public space, even as a virtual thread, disrupts the structure of patriarchal mindsets, becoming perplexing and thought-provoking. The video contains an extraordinary narrative of the growing and diminishing figure of an individual on the face of the city, who appears and disappears, surpassing norms. Elçin Acun's exhibition aims to disrupt the sterile perspective of gender discourse, to disrupt the static stability of it, to reveal the expression of the body in representation, to disrupt the central and singular routine position of patriarchy, and to open up new perspectives. With her video installation, Elçin Acun questions the boundaries of the public space associated with masculinity and opens the rehearsal of a dream where a queer and feminist possibility takes over the outside world.   In this video installation, transparent body images, which silently and boldly wander in various urban spaces, caught between visibility and invisibility, attempt to invade the public space associated with masculinity with an illusion. It explores the limits of being able to exist as a dream within reality. It desires to bring forth passive, marginalized forms that have been pushed into the shadows of the public sphere, rendered illegible, or legitimized only in their interior, to an active position outside. Instead of pulling the marginalized to the center, it aims to disrupt the rigidity of gender by distributing the center, breaking the central position of patriarchy that determines the acceptability of bodies, and aims to rehearse a dream where a queer and feminist possibility takes over the outside. Artist: Elçin Acun   Curator: Melike Bayık Art Talks: Elçin Acun & Melike Bayık 7.10.2021   Exhibition Dates: 7 - 16.10.2021 Venue: Bilsart   https://bilsart.com/sergiler/cansu-yildiran/ https://www.instagram.com/bilsartistanbul/?hl=tr

Su-suz Yaz

BUHARLAŞAN BİR VEDA: SU-SUZ YAZ   Metin Erksan’ın 1963 yılındaki Susuz Yaz filmi gibi bir zaman. Hayat ve ölüm arasındaki siyah beyaz bir drama gibi. Apokaliptik bir yaşamın sınırlarındayız. İnsanlık olarak yaşanabilecek ne varsa hızlıca tüketip yaşamsal olanı da gözden çıkardığımız, yaşamı öldürmeye meyilli, oldukça ilkel, bir o kadar da ters köşe bir durum içindeyiz.  Bir yandan da 1816 yılındaki “Yazsız Yıl” var. Farklı isimlerle de anılıyor, ama bu ismi daha bir ironik. Ekolojik dengedeki değişimlerin en görünür olduğu zamanlardan biri. Bir yaz boyunca soğuk bir kışın, depresif bir havanın izlendiği, güneş özleminin had safhaya çıktığı bir zaman bu. Gıdanın, yaşam alanlarının, hayati dengelerin değiştiği bir yaz. Belki de yazsız yıl ebedi bir kışın korkunç başlangıcı. Gün geçtikçe adım adım ilerlediğimiz yeni buzul çağına giden küçük bir yolu, başlangıcı. Tuhaftır ki, 1816 yılında Doğu Hint Adaları’nda bulunan Tambora Dağı’ndaki volkanik patlama sonucu dünyanın ısı dengesi ve tüm canlı türleri tehlikeye girmiş, ekosistem doğal alarmlarını göstermişti. “Yazsız Yıl”, bu doğa olayının beklenmeyen sonuçlarını mevsimler boyu bütün dünyaya göstermiş, volkanik patlamanın neticesinde gökyüzüne savrulan küller aylarca güneşi engellemiş, ısı düşmüş, kıtlık başlamış, dengeler değişmişti. Küçük Buz Devri olarak da adlandırılan bu dönem aslında dünyanın ne kadar hassas bir terazide olduğunu, mevsimin doğal bir afet sonucu değişmesiyle yaşanabilecekleri gözler önüne sermişti. Peki suni yollarla müdahale edilen ekosistem? Bugün onun sonuçları daha da ağır zayiatlara neden olmaktadır.  Eldem Sanat Alanı’nın “Su-suz Yaz” projesi, değişen iklim koşullarında su probleminin çarpıklaşan güncel durumunun altını çiziyor. Su yaşam demek. Yaşamın devamını tehdit eden çevresel bir su krizinin tam ortasındayız. Geçirdiğimiz her gün dünyanın en serin son günü. Kuraklık ve su kıtlığı yaşamı riske atıyor. Bilinçli su tüketimini sağlayacak, küresel ısınmanın önünde durabilecek ve bu konularda farkındalık yaratabilecek her adım, oldukça önemli. Suyun düşüncesizce boşu boşuna olan tüketimi, su kirliliği, yaşamın yavaş yavaş yok olması, Marmara Denizi gibi genç bir denizin kısa zaman önce tüm canlı ekosistemini yitirmeye yüz tutması gibi gerçeklerle yaşamaya çalışmak oldukça ağır. Ekolojik krizin ve su probleminin yerel ve uluslararası ölçekte önce yavaşlatılabilmesi ve sonrasında iyileştirilebilir, sürdürülebilir bir uygulamaya geçilmesi oldukça önemli.  Dünya’nın Kuzey ve Güney yarım kürelerinde değişen mevsimler, kutuplarda ve ekvatordaki sıcaklık ve soğukluk dengelerinin değişimi ürkütücü. Su da buna bağlı olarak küresel bir probleme dönüşüyor. Türkiye ise yoğun tarım ve sulama alanlarının olduğu, tatlı ve tuzlu suyun ülke genelinde dünyaya oranla daha sık bulunabildiği bir coğrafya. Ancak hızla yayılan kuraklık felaketi, ülkenin de kırmızı alarm vermeye başladığını da bariz biçimde gösteriyor.  “Su-suz Yaz” projesi, tarım alanlarının sulanabilmesi için sondaj ile metrelerce derinlerden çıkarılan tatlı su kaynaklarının zaman içindeki tükenişi, su birikintilerinin ve göllerin dikkatsiz ve plansız sulamalar ile kurutulması, su kirliliği, plastik atıklar, ağır metal ve kimyasalların suya karışması, suyun bilinçsizce tüketilmesi ve sel felaketleri gibi şiddetli konuları irdeliyor. “Su-suz Yaz”, su krizine dair sürdürülebilirliği ortaya koyan, araştırma temelli bir proje olarak; birbiriyle ilişkili toplumsal ve politik birçok konuyu da değerlendirmeye alıyor. Proje, merkezinin Eskişehir olması nedeniyle merkez-periferi ilişkisini de ön plana alarak İç Anadolu’nun çay, dere, sulak alanlar gibi önemli su kaynaklarına dair bilinçlendirme ve koruma konusunda farkındalık sağlamayı hedefliyor. “Su-suz Yaz” projesinde yer alan sanatçılar ve bir araştırma inisiyatifi, su ekolojisini, kuraklık tehdidini, su sorununun neden olabileceği çevresel felaketleri, eserlerinde ve söyleşilerinde tartışıyor. Alper Aydın, Alpin Arda Bağcık, Özgür Demirci, Elmas Deniz, Bekir Dindar, Berna Dolmacı, Erdal Duman, Murat Germen, İz Öztat, Ilgın Seymen, Hale Tenger, Gülhatun Yıldırım adlı sanatçılar ve birbuçuk inisiyatifi, doğal ve toplumsal yaşamın kaynağı olan su ekolojisini, su krizinin tetikleyebileceği göç ve savaş gibi küresel krizleri, toplumların ve azınlıkların tecrübe etmek zorunda kalacağı göç, ayrımcılık, barınma ve insan hakları sorunlarını irdeliyor; bölgesel farkındalığın yükseltilmesi için yerel yönetimlerle işbirliği içinde bireylere ve topluma demokratik, şeffaf bir şekilde görüş aktarımının, ifade ve düşünce özgürlüğünün sağlanmasına odaklanıyor.   Sergi, söyleşi ve atölye programlarında HES projeleri, müsilaj problemi, tatlı su kaynaklarının yok edilmesi, sondaj, su kirliliği, su kaynaklarına yapılan müdahaleler ile doğal göllerin ve olağan kaynakların kurutulması, bu nedenle bölgesel doğa yıkımı, tür kaybı, türlerin değişimi ya da türlerin yok oluşu, su kıtlığı nedeniyle canlı yaşamın tehdidi, su üzerinden rant sağlanması, endüstriyel atıkların kirliliği, Kanal İstanbul projesi, su kullanımına dair uç düzey bilinçsizlik, sel felaketleri, orman yangınları, su kesintileri gibi konular “Su-suz Yaz” projesi ile yeniden masaya yatırılıyor. Yaşanan felaketlerden ziyade, ekolojik değişimin, dünyanın ısınmasının doğurduğu sonuçların, su krizinin konuşulacağı, izleneceği, çözüm yollarının aktarılacağı, yerel yönetimlerin ekoloji politikaları ile öncelikle küçük ölçekli bireysel ve toplumsal değişimlerin hedeflendiği “Su-suz Yaz” projesi, bir krizi durdurmaktansa, farkındalık ve bilinç aşılamayı hedefliyor. Proje, çocuklardan yetişkinlere bilinçli bir topluma –var olan ekolojik yıkımın yavaşlatılıp iyileştirilebileceği, çevresine karşı duyarlı ve hassas, doğaya dair bilgili ve bilinç düzeyi yüksek bir topluma– ulaşmayı amaç ediniyor. Eldem Sanat Alanı’nın bulunduğu yerel coğrafyadaki toplumsal dönüştürücü gücü, bu projenin en önemli katma değerini oluşturuyor. Eskişehir’deki en önemli sanat ve kültür alanlarından biri olarak bireysel ve toplumsal projelerdeki yıllardır devam eden farkındalık yaratma gayesiyle kurguladığı tüm çalışmalar, “Su-suz Yaz” projesinin de bir farkındalık çalışması olarak sosyo-politik ve kültürel ölçekte değişimi ve çözüm ortaklığını ne boyutta desteklediğini gösterir nitelikte. Bireysel adımların toplumsal, kolektif yapılara dönüşmesi önem arz ediyor. Eldem Sanat Alanı’nda tartışmaya açılan “Su-suz Yaz” projesi, minör sesleri majör topluluklara çevirmek; sel, kuraklık, HES gibi felaketlere dair bilinçli, şeffaf bir toplum yaratma gayesini güdüyor. Nihayetinde “Su-suz Yaz”, çoğulcu bakış açıları, katmanlı çözüm öbekleri ve şeffaf haklar ışığında ekolojik ve toplumsal sorunları ifade özgürlüğü içinde irdeliyor. Yaşlanan bir dünyada yaşamın devamlılığı için su hayat mıdır yoksa sonsuz bir tükeniş mi?   Sanatçılar: Alper Aydın, Alpin Arda Bağcık, Bekir Dindar, Berna Dolmacı, Elmas Deniz, Erdal Duman, Gülhatun Yıldırım, Hale Tenger, Ilgın Seymen, İz Öztat, Murat Germen, Özgür Demirci, birbuçuk Küratör: Melike Bayık Asistan Küratör: Deniz Özgültekin Esra Eldem (Eldem Sanat Alanı, Direktör ve Kurucu- EKSAV Vakfı, Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı) Fotoğrafçılar: Kayhan Kaygusuz, Orhan Cem Çetin Afiş Tasarımları: Studio PUL Kamusal Programlar:  Çevrimiçi Konuşma: Kirliliğin Görünmeyen Yüzü: Mikroplastik Kirliliği  Moderatör: birbuçuk Konuşmacı: Doç. Dr. Sedat Gündoğdu 16.03.2022, 20.00-21.00   Çevrimiçi Sanatçı Konuşmaları: Su-suz Yaz I: Yaşam alanları, Su yolları  Moderatör: Melike Bayık Konuşmacılar: Alper Aydın, İz Öztat, Hale Tenger 29.03.2022, 20.00 - 21.00   Çevrimiçi Konuşma:  Su Hakkından Suyun Hakkına  Moderatör: birbuçuk Konuşmacı: Dr. Akgün İlhan 20.04.2022, 20.00-21.00   Çevrimiçi Sanatçı Konuşmaları: Su-suz Yaz II: Su-Rant İlişkisi Moderatör: Melike Bayık Konuşmacılar: Murat Germen, Bekir Dindar, Elmas Deniz 26.04.2022, 20.00 - 21.00   Qbicart Çocuk Atölyesi Atölye Yürütücüsü: Merve Benzer 22.05.2022   Qbicart Çocuk Atölyesi Atölye Yürütücüsü: Merve Benzer 29.05.2022   Çevrimiçi Konuşma: Deniz Şehri, Şehrin Denizi Moderatör: birbuçuk Konuşmacı: Beyza Dilem Topal 16.06.2022, 20.00- 21.00   Çevrimiçi Sanatçı Söyleşileri: Su-suz Yaz III: Sürdürülebilir Bir Gelecek Moderatör: Melike Bayık Konuşmacılar: Alpin Arda Bağcık, Berna Dolmacı, Ilgın Seymen 28.06.2022, 20.00 - 21.00   Su-suz Yaz Çocuk Atölyeleri: Şehrini Yarat Mekan: Eldem Sanat Alanı, Bahçe Atölye Yürütücüsü: Eda Göknar 02.07.2022, 15.30 - 16.45   Su-suz Yaz Çocuk Atölyeleri: Akan Nehirler Mekan: Eldem Sanat Alanı, Bahçe Atölye Yürütücüsü: Eda Göknar 32.07.2022, 15.30 - 16.45   Çevrimiçi Konuşma: Yeni Çevre Anlayışı: HES Politikaları Moderatör: birbuçuk Konuşmacı: Sevinç Alçiçek 21.07.2022, 20.00-21.00   Çevrimiçi Sanatçı Söyleşileri: Su-suz Yaz IV: Su İyileştirir mi? Moderatör: Melike Bayık Konuşmacılar: Gülhaturn Yıldırım, Özgür Demirci 29.07.2022, 20.00-21.00   (Sanatçı Söyleşi Programı, Su Konuşmaları, Çocuk Atölyeleri (tek tek konuşma başlıkları ve içerikleri yazılacak)  12.03.2022 - 31.11.2022 Eldem Sanat Alanı | Dalyancı Konağı   Adres: Akcami Mh. Mumcu Sk. 8 Odunpazarı 26030 Eskişehir TR   *Eldem Sanat Alanı| Dalyancı Konağı’nda 12 Mart – 30 Kasım 2022 tarihleri arasında gerçekleştirilen “Su-suz Yaz” sergisi bir Avrupa Birliği projesi olan CultureCIVIC: Kültür Destek Programı tarafından fonlanmıştır. Su-suz Yaz projesi kapsamında kamusal programlar dahilinde birbuçuk inisiyatifi tarafından dört adet söyleşi planlanmıştır. Aynı zamanda sanatçıların yer aldığı dört adet söyleşi de gerçekleştirilmiştir. Söyleşilere Eldem Sanat Alanı Youtube hesabından ulaşılabilir. Aynı zamanda Eda Göknar öncülüğünde iki adet ve Qbicart işblirliğinde de iki adet olmak üzere toplamda dört farklı içerikte çeşitli yaş gruplarına çocuk atölyeleri düzenlenmiştir.   Proje web siteleri: http://eldemsanatalani.org/  https://www.youtube.com/@eldemsanatalan3796  https://www.culture-civic.org/projeler/susuz-yaz  https://www.instagram.com/eldemsanatalani/  https://www.instagram.com/eksav_org/    EN   AN EVAPORATING FAREWELL: DRY SUMMER   This is Dry Summer now, as in Metin Erksan’s movie from 1963. This is a black and white drama swinging around life and death. We are on the edge of an apocalyptic existence. Humanity is consuming all that can be consumed, including what is most vital. It is in a very primitive state that is prone to kill all living beings.    And, there is “the Year without Summer" in 1816. It is known by different names, but this one is more ironic. It was a time when changes in the ecological balance were most visible. It was a time when a cold, depressive winter occupied the entire summer, and when the longing for the sun was at its peak. It was a summer when foods, habitats and vital balances altered. Perhaps “the Year without Summer” was the terrible beginning of an eternal winter. It was the beginning of the route to the new ice age, which we are covering step by step day by day. Strangely enough, as a result of the volcanic eruption in Tambora Mountain in the East Indies in 1816, the heat balance of the world and all living species were endangered, and the ecosystem sounded its natural alarms. “The Year without Summer” demonstrated the unexpected results of this natural phenomenon to the entire world throughout the following seasons: The ashes scattered into the sky as a result of the volcanic eruption blocked the sun for months, the temperature fell, the famine began, and it all became unbalanced. This period, which is also called as “the Little Ice Age”, actually revealed how sensitive the balance of the world was, and what could happen when the climate changed as a result of a natural disaster. What about the artificially interfered ecosystem? Today, its consequences cause even heavier damages.    Eldem Art Space's new project “Dry Summer” underlines the complicated situation in the times of water crisis and worsening climate change. Water is life. We are in the midst of an environmental disaster that threatens life. Each coming day is the last coolest day on earth. Drought and water scarcity are vital risks. Each step that ensures conscious water consumption, takes a stand against global warming and raises awareness on these issues is of utmost importance. It is very difficult to live with distressful facts, such as inconsiderate consumption of water, water pollution, gradual disappearance of life. It is very difficult to live with the fact that a young sea like the Sea of ​​Marmara has recently lost its entire living ecosystem. It is very important to decelerate the ecological crisis and the water crisis primarily on local and international levels, and then to move on to a sustainable and better practice.   The changing climate in the Northern and Southern hemispheres of the world, the change in the temperature balance at the poles and the equator are frightening. As a result, water is a global problem. Turkey is a country with lots of agriculture and irrigation areas; it is richer with fresh and salt water sources than many other places in the world. However, the rapidly spreading drought clearly shows that we also are at risk.    “Dry Summer” explores critical topics, such as the depletion of fresh water resources extracted from meters deep to irrigate agricultural lands, the drying of puddles and lakes with careless and unplanned irrigation, water pollution, plastic waste, mixing of heavy metals and chemicals into the water, unconscious consumption of water, and flood disasters. “Dry Summer”, as a research-based project that puts sustainability up against water crisis, covers many interrelated social and political issues. Since it is based in Eskişehir, by putting the center-periphery relationship into the foreground, the project aims at raising awareness about the protection of important water resources of Central Anatolia such as watercourses, streams and wetlands. Artists and a research initiative involved in “Dry Summer” discuss in their works and conversations about water ecology, drought threat, and environmental disasters that the water crisis can cause. Alper Aydın, Alpin Arda Bağcık, Özgür Demirci, Elmas Deniz, Bekir Dindar, Berna Dolmacı, Erdal Duman, Murat Germen, İz Öztat, Ilgın Seymen, Hale Tenger, Gülhatun Yıldırım and birbuçuk initiative examine water ecology as the source of natural and social life; global crises such as migration and war that can be triggered by the water crisis; migration, discrimination, housing and human rights problems that societies and minorities will have to experience thereof. They focus on ensuring freedom of expression and thought in a democratic and transparent manner, in cooperation with local governments, in order to raise local awareness.   In the exhibition, conversation and workshop programs focus on HEPP projects, mucilage problem, destruction of fresh water resources, drilling, water pollution, interventions in water resources and drying of natural lakes and resources, regional destruction of nature, change and extinction of species. “Dry Summer” project discusses issues such as the formation of living things, the threat on living life due to water scarcity, financial threats on water, pollution of industrial wastes, Kanal Istanbul project, extreme lack of awareness in water use, flood disasters, forest fires, and water cuts.   Rather than the disasters experienced, “Dry Summer” aims at discussing and monitoring ecological change, consequences of global warming, and water crisis, and the solutions to all those by small-scale individual and social changes with environment policies of local governments. The project intends to raise awareness and consciousness rather than stop a crisis. The project aims to reach a conscious society, from children to adults – a society in which the existing ecological destruction can be slowed down and prevented; a society which is sensitive to its environment, well-informed about nature; a society with a profound consciousness about it.   The transformative power of Eldem Art Space in Eskişehir is the most important aspect of this project. As a significant art and culture space in Eskişehir, Eldem Art Space has been raising awareness in individual and social projects for years. “Dry Summer” is another project that demonstrates how Eldem Art Space supports social transformation. Individual steps accumulate in social and collective structures. “Dry Summer” attempts to transform minor voices into major ensembles, and to create a transparent society that is aware of disasters such as floods, droughts and HEPPs.    “Dry Summer” examines ecological and social problems within freedom of expression in the light of pluralistic perspectives, multilayered solutions and transparent rights. For the continuation of life in an aging world, is water vital, or is it the beginning of eternal extinction?   Artists: Alper Aydın, Alpin Arda Bağcık, Bekir Dindar, Berna Dolmacı, Elmas Deniz, Erdal Duman, Gülhatun Yıldırım, Hale Tenger, Ilgın Seymen, İz Öztat, Murat Germen, Özgür Demirci, birbuçuk Curator: Melike Bayık Assistant Curator: Deniz Özgültekin Esra Eldem (Eldem Sanat Alanı, Direktör ve Kurucu- EKSAV Vakfı, Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı) Translator: (from Turkish to English: Osman Şişman) Fotoğrafçılar: Kayhan Kaygusuz, Orhan Cem Çetin Afiş Tasarımları: Studio PUL Kamusal Programlar: (Sanatçı Söyleşi Programı, Su Konuşmaları, Çocuk Atölyeleri (tek tek konuşma başlıkları ve içerikleri yazılacak)  12.03.2022 - 31.11.2022 Eldem Sanat Alanı | Dalyancı Konağı   Adress: Akcami Mh. Mumcu Sk. 8 Odunpazarı 26030 Eskişehir Turkey   *Eldem Art Space | Held between 12th March and 30th November 2022 at the Dalyancı Mansion, the exhibition "Dry Summer" was funded by CultureCIVIC, a European Union project. Within the purview of the public programs that were part of the Dry Summer project, the research and seminar initiative birbuçuk organized four talks. The project also held four additional talks featuring artists. These talks are all available on the Eldem Art Space Youtube channel.  In the meantime, the project carried out a total of four children's workshops, each consisting of unique material and aimed at various age groups -- two led by Eda Göknar, and two in collaboration with Qbicart.   Proje web siteleri: http://eldemsanatalani.org/  https://www.youtube.com/@eldemsanatalan3796  https://www.culture-civic.org/projeler/susuz-yaz  https://www.instagram.com/eldemsanatalani/  https://www.instagram.com/eksav_org/ 

Geçit

GEÇİT   Kültürel çeşitlilik, kültürel kodlar zaman içinde değişen dünya düzeni içinde değişkenlik açısından önemlidir. Dünyada ve Türkiye’de kültürel açıdan eklektik bir yaşam biçimi barizdir. Coğrafi ve geleneksel kültürel katmanların zaman içinde kasıtlı ya da kasıtsız biçimde yavaş yavaş yok oluşu belirli bir sıradanlaşmayı beraberinde getirmiştir. Eldem Sanat Alanı’nındaki “Geçit” sergisi ise mekanın kendine ait muğlak tarihçesi ve kimliği üzerinden dönüşmeye ve değişmeye yol açan kimlikleri mimari durum üzerinden sorgulamaya açmaktadır. Eldem Sanat Alanı’nın sergi mekanı olan Dalyancı Konağı ortalama 100 – 150 yıllık tarihi bir konak olarak hangi etnik köken tarafından inşa edildiği, kim tarafından yapıldığı bilinmeyen bir yapıdır. Cumhuriyet’in ilanı sonrasında soy isim kanunu, batıya özgü yaşam, siyasi değişimler, sanat ve kültür yaklaşımının benimsenmesi ile yaşam şekilleri ve çeşitli etnik kökenlerin asimilasyonu hızlanmış, zamanla gerek toplum, gerek de devlet eliyle bu asimilasyonun hızı artmıştır. Mimari bir dili ve kimliği olan Dalyancı Konağı kentsel doku içinde oldukça özel bir yapı olup, bir süre önce geçirdiği korunaklı restorasyon ile üzerinde durulan kültürel kimlik karmaşası için daha net bir bellek oluşturma yönünde bir ışık tutmuştur. Dalyancı Konağı’nın naif el boyaması duvarları içinde izlenen kültürel yaşam katmanları, yok olup, değiştirilen ve yerinden edilen çeşitli etnik kökenlerin sessiz bir tınısının imajları olarak izlenebilir. “Geçit” sergisi ise mekanın kendi doku ve tarihçesi üzerinde ülke ve dünya sınırları içinde mekanların belleğine dokunarak geçen, yok olan veya yok edilen yaşam alanlarına, etnik ve kültürel geçmişlere referans veren disiplinler arası perspektifte mimari dokudan, bireysel köklere, kültürel çeşitlilikten aidiyetliklere uzanan bir çizgide izlenir. Yok olan, bastırılan ya da aidiyetleri bir şekilde değişen, dönüşen ya da değişme mecburiyeti içinde olan etnik kökenlerin tamamı yaşadıkları yerlerden gitmiş, gitmek durumunda kalmış ve kültürlerini de beraberinde götürmüşlerdir. Dünya tarihinde devamlı olarak sistemlerin değişmesi ile insan topluluklarının da yerinden edilmesi sıklıkla gerçekleşmiştir. Yerinden edilen, gitmeyi tercih eden topluluklardan geriye ise kendi geleneksel yapıları ve kültürleri içinde inşa ettikleri, yaşadıkları evler, yapılar kalmıştır. Bu kimi zaman bir yaşam alanı, kimi zaman kendi kültürel yapılarına uygun olarak verilen eğitimler için okul, kimi zaman da inanç sistemlerine uygun olarak yapılmış olan ibadethanelerdir. Sosyolojik olarak bakıldığında mekanların kendi dokuları ve imgeleri üzerinden yapıların aidiyetleri ve dolayısıyla kökenleri okunabilmektedir. Çeşitli siyasi rejimlerde yapılan yenileşme hareketleri zaman içinde tek kültürlü toplumlar hedeflemiş ve var olan çoğulcu kültürlerin izlerinin silinmesine sebebiyet vermişlerdir. Yapılarda yaşayan toplumlar yerinden olmuş ya da edilmiş ve kültürel kodlar değişmeye başlamış, içi boşalmıştır. Dalyancı Konağı’nın kendi yitik öyküsü üzerinden kurgulanan sergide ise çeşitli kuşaklardan, kültürlerden ve disiplinlerarası pratiklerden on sanatçı konu üzerine sorular sormaktadır. Tanzer Arığ, Eda Aslan, Büşra Çeğil, Gülsün Karamustafa, Hasan Pehlevan, Huo Rf, Jochen Proehl, Çağrı Saray, Vahit Tuna ve Egemen Tuncer mekanların hafızalarına odaklanan bireysel, sosyal, antropolojik ya da politik minvallerde ürettikleri eserleri ile izleyiciye çeşitli sorular yöneltirler. Mekan tarihçesi ve belleği üzerinden izlenen sergi, mimari taşıyıcılara odaklandığı kadar ülke ve dünyada hafızası yerinden edilmiş yapılar üzerinden de kültürel kimliklere, kökenlere dair izler sunmaktadırlar. Eda Aslan’ın yerinden yurdundan edilmiş gerçek bir temsiliyete dönüşen Kelebek Korse’si, Gülsün Karamustafa’nın bilinmeyen mimari kimliğe odaklanarak dokümantatif bir arşiv oluşturduğu Apartman’ı, Çağrı Saray’ın gofre baskı ile toplumsal bellekte yer etmiş önemli yapılarına referans veren Hafıza Alanları, Hasan Pehlevan’ın Fikirtepe yıkılmadan önce sokaklarına resimler yaptığı ve yıkım sonrasında derin bir kazı ve arşiv buluntusu olarak sergide yerini alan taşı, Huo Rf’un üç farklı seriye ait pentür, bakır ve tipografik bir linol baskısı ile bireysel ve toplumsal anı izleri, Vahit Tuna’nın davul yerleştirmesi, Büşra Çeğil’in mekânsal bir bellek yenilemesi olan mekana özgü yerleştirmesi, Egemen Tuncer’in Yerinden edilmiş Zafer adlı video yerleştirmesi ve Fabrika I – II fotoğrafları ile yok edilen, değiştirilen kültürel ve sosyal yapıları ve Tanzer Arığ’ın mekanın tüm bağlayıcı kodlarını bir araya getiren, fiziki bir gereç olarak mekan ve hafıza arasında gizli bir bağ kuran merdiven heykeli ise yapılar arasındaki bir yandan mutlak kimlikleri, diğer yandan değiştirilmiş ve belirsizleştirilmiş, muğlak kültürel aidiyetleri sorgulamaktadır. Yapının içine mekanı saracak şekilde yerleştirilmiş olan sergi konağın kendi ruhuna dokunmayı, kendi hafızasından yola çıkarak yitirilen tüm mimari doku ve etnik kökleri bellekte canlandırmayı hedefler. Naif bitki imgeleri ve pastoral renklerle bezenmiş olan konak birbiri üstüne gelen bilinmeyen tüm kültürel katmanları bir arada sunup, dünyadan referanslarla birbirinden farklı disiplinlerde çalışan sanatçıların yapıtlarıyla da eklektik bir sentez sunmakta, hatırlanması gerekeni göstermek için “Geçit” sergisi üzerinden keskin, güçlü ve çarpıcı bir ışık tutmaktadır.    Sanatçılar: Tanzer Arığ, Eda Aslan, Büşra Çeğil, Gülsün Karamustafa, Hasan Pehlevan, Huo Rf, Jochen Proehl, Çağrı Saray, Vahit Tuna, Egemen Tuncer   Küratör: Melike Bayık   Esra Eldem (Eldem Sanat Alanı, Direktör ve Kurucu- EKSAV Vakfı, Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı) Afiş Tasarımı: Studio PUL   21.12.2019 - 15.03.2020  Eldem Sanat Alanı | Dalyancı Konağı Adres: Akcami Mh. Mumcu Sk. No:7 Eldem Kültür ve Sanat Vakfı Odunpazarı / Eskişehir    Proje Siteleri: https://eksav.org/eldemsanatalani/dalyancikonagi/sergiler/gecit  https://www.instagram.com/eldemsanatalani/  https://www.instagram.com/eksav_org/    EN  

THE PASSAGE

Cultural diversity and codes are crucial in terms of variability in an ever-changing world order. The eclectic life styles are obviously present in Turkey and in the world. Gradual annihilation of geographical and traditional cultural layers, be it intentional or unintentional, results in a certain banality. Eldem Art Space hosts “The Passage”, an exhibition that questions identities transformed by the vague historicity of space, focusing on its architectural aspect.  Dalyancı Mansion, the exhibition space of Eldem Art Space is around 100-150 years old, and the ethnic origin of its builders is unknown. After the proclamation of the republic, assimilation of various ethnic origins and their lifestyles accelerated with transformations such as surname act, adoption of western lifestyle, politics, arts and culture. The assimilation process was implemented by the state and by the society as well. Dalyancı Mansion is a highly special building in the urban texture with its architectural language and identity. Its recent restoration paved the way to construct a clearer memory compared to surrounding cultural identity confusion. Cultural layers inscribed in the naïve paintings on the mansion’s interior walls can be seen as the images of silent timbres belonging to ethnic origins, which were annihilated, assimilated or displaced. “The Passage” renders a track from architectural texture to individual origins, from cultural diversity to belonging in an interdisciplinary perspective that refers to ethnic and cultural pasts and annihilated living spaces that touch the memory of the space with their own textures and histories in the country and in the world.  All annihilated, repressed, replaced or forcibly transformed ethnic origins had to leave from where they belonged, and took their culture away with them. Displacement of communities by changing political systems has always been frequent in the world history. What remain behind are their houses and buildings, constructed in their traditions and cultures. These consist living spaces, schools and sanctuaries, all of which reflect cultural characteristics. In a sociological perspective, the textures and images of these spaces reveal the sense of belonging and origins. Reformative movements in various political regimes aimed at creating monocultural societies, and erasing plural cultural traces. The inhabitants of buildings were displaced, and the cultural codes degenerated.  In the exhibition based on the lost story of Dalyancı Mansion, ten artists from various generations, cultures and interdisciplinary practices pose their questions. The works of Tanzer Arığ, Eda Aslan, Büşra Çeğil, Gülsün Karamustafa, Hasan Pehlevan, Huo Rf, Jochen Proehl, Çağrı Saray, Vahit Tuna and Egemen Tuncer focus on the memories of the spaces, and ask individual, social, anthropologic, and political questions. The exhibition presents the traces of architectures, cultural identities and origins. Eda Aslan’s Butterfly Corset is a deterritorialized representation itself. Gülsün Karamustafa’s The Apartment Building is a documentary archive of an unknown architectural identity. Çağrı Saray’s Fields of Memory employs emboss technique to refer to special buildings that have crucial traces in the collective memory. Hasan Pehlevan exhibits a stone he found after a deep excavation and archiving in Fikirtepe, where he used to paint the streets before the district was demolished. Huo Rf’s pieces from three different series, a painting, a copper plate print and a typographic linocut refer to individual and collective memories. Vahit Tuna’s hang-drum installation, Büşra Çeğil’s memory renovation specially designed for the exhibition space, Egemen Tuncer’s video-installation entitled as Displaced Victory, and photographs entitled as Factory I and II, and Tanzer Arığ’s staircase sculpture that combine the space with its memory in a subtle way, all aim at questioning absolute identities, and altered, ambiguated, vague cultural senses of belonging as well. The exhibition sprawls into the entire mansion contacts the soul of the building and revives the lost architectural and ethnic origins. The walls of the mansion ornamented with naïve floral paintings and pastoral colors present unknown cultural layers all at once, and gets into an eclectic synthesis with the references from the world and with the works of the artists from various disciplines. “The Passage” sheds a sharp, strong and flashy light on what is to be remembered.    Artists: Tanzer Arığ Eda Aslan Büşra Çeğil Gülsün Karamustafa Hasan Pehlevan Huo Rf Jochen Proehl Çağrı Saray Vahit Tuna Egemen Tuncer   Curator: Melike Bayık   Esra Eldem (Eldem Art Space, Director and Founder - EKSAV Foundation, Vice Chairman of the Board) Poster Design: Studio PUL   21.12.2019 - 15.03.2020  Eldem Sanat Alanı | Dalyancı Konağı Adress: Akcami Mh. Mumcu Sk. No:7 Eldem Kültür ve Sanat Vakfı Odunpazarı / Eskişehir   Projects Web Sites: https://eksav.org/eldemsanatalani/dalyancikonagi/sergiler/gecit  https://www.instagram.com/eldemsanatalani/  https://www.instagram.com/eksav_org/ 

Standart

STANDART Michel Foucault’un 18.-19. Yüzyıllarda o döneme dair bir yaşam biçimi üzerine temellendirdiği Disiplin Toplumu kavramı bugün dünya üzerinde hala geçerliliğini sürdüren bireylere ve topluma salt olarak indirgenmiş bir terimdir. Foucault hükümet, ekonomi, sosyal yaşam ve politikaya dair iktidar merkezli bir yönetim biçimini tasvirlemiştir. Disiplin Toplumu’nda üretim ve yaşam biçimleri içinde halk potansiyel bir karşı duruş olarak kontrol altına alınmalı ve yönetimi/ iktidarı zorlamaya itecek bir gücü içinde barındırmamalıdır. Bu ve benzer gerekçeler ile halkın kontrol edildiği standardize bir varyasyona sokulduğu zorunlu bir yönetim ve disiplin yapısı görünürlük kazanır. Foucault toplumların kontrol altına alınma biçimlerini çeşitli yöntemler ile ele alır. Bu kontrol altına alma biçimleri içinde aslında birbirine paralel iki yapı gözle görülür. Bunlardan birisi disiplin merkezleri, diğeri ise disiplin toplumlarıdır ve bunlardan birisi olmadan diğerinin olması çok da mümkün değildir. Baskıcı bir yönetim biçimi kitleleri kendilerine ya da direkt yönetim biçimlerine dair olabilecek tepkisel bir yaklaşımı riske etmemek adına kontrol altına almayı hedefler. Bu kontroller ise iktidarların yönlendirdiği, sosyal hayat içinde önemli olan eğitim kurumları, hastaneler, hapishaneler gibi disiplin merkezleri olarak nitelenen yapılardır. ”standart” sergisi ise Foucault'un Disiplin Toplumu kavramı çerçevesinde dünya üzerindeki toplumsal algı ve yönetim biçimleri, hükümetler üzerinden şekilleniyor. Sosyal ve toplumsal komuta mekanizması tarafından tektip yönetimi ve yönlendirmesi basitleştirilmiş bir toplumu, standardize edilmiş genel bir sınıf algısı yaratması üzerine çerçevelenerek disiplinler arası çalışan on dört sanatçıyı bir araya getiriyor. Disiplinci bir yönetim aslında düşünce ve pratik sınırlarını, parametrelerini belirleyerek normal veya sapkın davranışları belirleyip, yaptırıma tabi kılıp, toplumu yönetme ve kontrol altına alma gibi mekanizmaların işlerliğini aktif tutan bir yapı olarak beliriyor. Sergi de bu çerçeveye bağlı kalarak, gerek Türkiye çerçevesinde gerek de dünyada genel bir konu olarak yeterli mantık sunan disiplin merkezleri ve disiplin toplumları arasındaki ilişkiyi tartışıyor. Umudun ve umutsuzluğun, kasıtlı ve kasıtsız bağımlılığın ince sınırlarında gezen sergi, sosyo-politik bir durumun altını çizerek, sanat ve sosyal eylem arasındaki muhalif duruşunu da görsel ve sözel bir estetik algı ile disiplinler arası bir yaklaşımla izleyiciye aktarıyor. ”standart”, bireysel ve toplumsal yapının kontrollü bir biçimde mantık çerçevesi dahilinde olağan hale getirilmesi, basitleştirilmesi, kontrol altına alınması, bilinçsiz ama kasıtlı bir itaatin göstergelerini fotoğraf, yağlı boya, video, yerleştirme gibi farklı medyumlarda eser üretimleri ile ele alıyor. Bireysel ve toplumsal sayılan aidiyet, kimlik, cinsiyet, varoluş, siyaset, inanç ve kamusal haklar vb. birçok konunun iktidar nezdinde ele alınış biçimi oldukça örtüktür. Bunun karşısında ise iktidar tepkiseldir, verilen tepkilerin sıradanlaşması ve kontrollü olması için yaşamı, kısacası insanı kontrol altına almayı hedefler. Bu açıdan standart ise kişiselden toplumsala yayılan disipline edilmeye dair bir karşı duruş, bağımsız bir yaşam ve düşünce alanının ironik bir yansıması olarak izlenebilir. Melike Bayık’ın küratörlüğünde düzenlenen standart sergisinde farklı pratiklerde eserleri ile yer alan Zafer Akşit, Merve Dündar, Leyla Emadi, Işıl Eğrikavuk & Jozef Erçevik Amado, Özlem Günyol & Mustafa Kunt, Şafak Gürboğa, İhsan Oturmak, Yasemin Özcan, Ferhat Özgür, Erinç Seymen, Nasan Tur ve Yuşa Yalçıntaş’ın yapıtları 30 Kasım 2019 tarihine dek Eldem Sanat Alanı | Dalyancı Konağı’nda izlenebilir.   Sanatçılar: Zafer Akşit, Merve Dündar, Leyla Emadi, Işıl Eğrikavuk & Jozef Erçevik Amado, Özlem Günyol & Mustafa Kunt, Şafak Gürboğa, İhsan Oturmak, Yasemin Özcan, Ferhat Özgür, Erinç Seymen, Nasan Tur, Yuşa Yalçıntaş Küratör: Melike Bayık Esra Eldem (Eldem Sanat Alanı, Direktör ve Kurucu- EKSAV Vakfı, Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı) Poster: Studio PUL   06.09 – 30.11.2019 Eldem Sanat Alanı | Dalyancı Konağı Adres: Akcami Mh. Mumcu Sk. No:7 Eldem Kültür ve Sanat Vakfı Odunpazarı / Eskişehir https://eksav.org/eldemsanatalani/dalyancikonagi/sergiler/standart https://www.instagram.com/eldemsanatalani/ https://www.instagram.com/eksav_org/     EN   Standard The exhibition titled standard”, curated by Melike Bayık and shaped around the concept of Disciplinary Society by Michel Foucault is on view between September 6  and November 30, 2019. The exhibition deals with several issues from different levels such as the oppression caused by individual and socio-cultural conditions, the problems emerged from external control and evolved internal control and standardized individuals and societies. Zafer Akşit, Merve Dündar, Leyla Emadi, Işıl Eğrikavuk & Jozef Erçevik Amado, Özlem Günyol & Mustafa Kunt, Şafak Gürboğa, İhsan Oturmak, Yasemin Özcan, Ferhat Özgür, Erinç Seymen, Nasan Tur and Yuşa Yalçıntaş present their works on the concept of standardised society and oppression with their interdisciplinary practices. The concept of Disciplinary Society, which Michel Foucault grounded on the lifestyle of the 18th and 19th century, is a term which is still valid today and reduced to individuals and society in an absolute way. Foucault portrayed an authority centred regime about government, economy, social life and politics. In Disciplinary Society, people with the potential to stand against should be kept under control in a sense of producing and lifestyle, and they mustn’t hold and power that may push the administration/authorities. In the end, an obligatory structure of administration and discipline, where the people are kept under control and standardised becomes apparent. Foucault deals with the forms of keeping societies under the control by means of several methods. Two structures which are parallel to each other come forward among these forms of keeping under control. One is the centres of discipline, and the other is disciplinary societies and neither can exist without each other. An oppressive regime aims to keep the masses under control in order not to risk a reactional manner against themselves or their regime. These control systems are the structures described as disciplinary centres such as educational institutions, hospitals and jailhouses, which are led by the government and has importance in social life. The exhibition titled “standard” is formed around social perception, ways of governing and governments around the world within the framework of the concept of Disciplinary Society by Foucault. Focusing on the fact that the social and communal control mechanisms lead to standardised administration, a society becoming easy to rule and lead, and a standardised common perception of the understanding of social class, the exhibitions brings together fourteen artists working interdisciplinary. The disciplinarian administration setting the limits, parameters of ideas and practices, determining the normal and deviant behaviours and imposing sanctions appears as a structure where the mechanisms such as governing and controlling the society are always kept active. Within this scope, the exhibition discusses the relationship between disciplinary centres providing enough reasoning and disciplinary societies. The exhibition experiencing the boundaries between the hope and hopelessness; intentional and unintentional dependence highlights a socio-politic situation and reveals its opposing stance through a visual and verbal aesthetical perception and interdisciplinary approach. “standard”, deals with the controlled normalization and simplification of individual and social structures, controlling and the indicators of unconscious but intentional submission by means of interdisciplinary artistic productions in several forms such as photography, oil painting, video and installations. Issues such as individual and social belonging, identity, gender, existence, politics, belief and social rights are implicitly addressed. On the other hand, the governments are reactional and aim to keep life and people under control in order to standardise and control the reactions given. In this sense, “standard “can be considered as a stance against being disciplined in an individual and social sense; an ironic reflection of independent living and thinking spaces. Artists: Zafer Akşit, Merve Dündar, Leyla Emadi, Işıl Eğrikavuk & Jozef Erçevik Amado, Özlem Günyol & Mustafa Kunt, Şafak Gürboğa, İhsan Oturmak, Yasemin Özcan, Ferhat Özgür, Erinç Seymen, Nasan Tur, Yuşa Yalçıntaş Curator: Melike Bayık Poster: Studio PUL 06.09 – 30.11.2019 Eldem Sanat Alanı | Dalyancı Konağı, Eskişehir Address: Akcami Mah. Mumcu Sk. No:7 Eldem Kültür ve Sanat Vakfı Odunpazarı / Eskişehir   https://eksav.org/eldemsanatalani/dalyancikonagi/sergiler/standart https://www.instagram.com/eldemsanatalani/ https://www.instagram.com/eksav_org/

developed by paradoksyazilim